Otomatik Ben

Kısaca;
1980 doğumlu Eskişehir'li, yaşamının 10 senesi Ankara'da 2 senesi Bursa'da geçmiş bir Gıda Mühendisiyim. Biri ayrıntı mı istedi?

BURDAN BUYRUN;




-0.77 - 3 YAŞ ARASI BEN

Darbe ceniniyim ben. Ülkenin en karmaşık zamanlarında, birbirine deli gibi âşık iki genç tarafından spontan bir aşk bebesi olarak, darbeden 12 gün sonra dünyaya getirilmişim. Annem hamileliğinde erik aşermiş durmadan. Sokağa çıkma yasağının başlamasına dakikalar kala, yana yakıla sokaklarda erikçi aramış. Erikçilerin yerlerini ezberlemiş zamanla. “Burdan öteki sokaktaki erikçiye kadar 100g yerim” deyip erik yemiş. Memleketin bir cumhurbaşkanı yokmuş. Milletimin temsilcileri cumhurbaşkanı seçecekleri yerde bilmemhangi dansözün kazandığı ödülü dansözün neresine takacaklarının tartışmasını yapıyorlarmış. Babam, Yeni yetme devlet memuru, cesaret timsali baba adayı, Koltuğunun altında Cumhuriyet Gazetesi’yle eve gelirmiş. Benden haberi olmalarının akabinde doğmamış çocuğa günlük tutmuşlar. Kız olursam Duru olacakmış ismim, erkek olursam Doruk. Ama ben beğenmemişim, anneme tekmeler savurmuşum daha ortada bacağım bile yokken. Bir daha da sözünü açmamışlar zaten.

Ne büyük şanssızlıktır ki dünyalar güzeli kuzenim benden 1 ay 1 gün önce dünyaya gelmiş memleketin en sıcak şehirlerinden birinde. Uzakmış da. O zamanın otobüsleriyle 4 mola, 12 saat sürermiş. Maaile toplanıp gelmişler beni görmeye. Küçük teyzem hep der: “Sadece ağzın vardı yüzünde.” Sanırım hâlâ da öyle. İnanılmaz çirkin bir bebek. Bebek aşağı bebek yukarı. Aman da bebek, cici de bebek. Babamın sinirleri bozulmuş. “Höööyyytttt onun adı bebek değil ZeyneP” demiş ve böylece taşımaktan her zaman gurur duyduğum ismim konulmuş.

Yaşıma girmeden inatlarım vücut diliyle kendini anlatmaya başlamış. Misafir gelecek… O dönem jöle pek yaygın değil zaten yaygın olsa da annem kafama sürmezdi eminim. Neyse, bebeği görmeye gelecekler. Annem ilk göz ağrısına özene bezene diktiği el emeği göz nuru kıyafetleri giydirir, bebeciğini pür-i pak edermiş. Ama her seferinde Woody Woodpecker misali saçlarım havaya dikilirmiş. Binbir uğraş kadıncağız saçımı limonlar, ıslatır, tülbentler bağlar, şapkalar takar, beklermiş misafirleri. Misafirler geldiği zaman beni alırmış kucağına. O düzgün durması gereken saçlar, en olmadık yerden puuuiinnnk diye dikilirmiş tek tek. Annem inat saçlar inat?!!! Yılmamış kadın; o saçlar bitlenene kadar belime değin uzanmış.

O kadar güleç bir bebekmişim ki; üç halam bir olmuş mıncıraa mıncıraaa zor ağlatmışlar. Allah’tan ağlatmışlar da fotoğraf albümümde ağlarken çekilmiş bir fotoğrafım var. Bu güleç yüzümle çirkinliğimi örtbas ettiğimden olsa gerek, büyüdüğüm lojmanın gözdesi olmuşum. Lojmancak toplanıp gittiğimiz pikniklerde annem beni, bir otobüse binerken görürmüş bir de eve dönüş yolunda yorgunluktan kucağına sızmak için gidermişim yanına. Sair zamanlar piknikçilerin masalarında sarmaların durması gereken yerde oturup ikramlardan yermişim. Tam bir çokomel canavarıymışım. Günün son teknolojisiyle sesimin kayıt edildiği kasetin deşifresi aşağıdaki gibi:

- Kızım dedeyi özledin mi?
- Hı hı.
- Gelsin mi dede?
- Gelsin! çukumel getirsin.
- Başka kim gelsin Mersin’den?
- Herkes gelsin.
- Çok mu özledin onları?
- Çukumel getirsinler.
- Başka ne getirsinler?
- Çukumel!
- Bu ne kızım?
- Mu ni?
- Bu ne?
- Ci cii*. Mu ni?
- Sen söyle ne bu?
- Küpük** bu. Çukumel var mı?



Nihayet kendimi hatırladığım bir kare var. Zamanın meşhuruydu Çalıkuşu. Feride’yle Kâmuran. Lojmanın gözdesinin nasıl olur da bir gözdesi olmaz?! Olmaz mı hiç? Karşı komşumuz Ahmet’e takmışım bu kıvırcık kafayı. Hani o da boş değil. Gerçi evlenmek için önce ilkokula başlamamız lazım ama bu engeller bizi yıldıramazdı ki? Biz elele koşuyoruz. Hayır koşmuyoruz; kaçıyoruz. Lojmanın pis sümüklü bebeleriyle, kokoş yavruları peşimizden “Ferideeee Kaaaamuraaaan” diye bağırarak geliyorlar. O kadar utanmışım ve sinirlenmişim ki kıpkırmızıyım. Ahmet’e bakıyorum. Allah’ın şaşkolozu!!! Hızlanıyorum ahmet’in eli avuçlarımda, sürüklüyorum resmen çocuğu. sonra dönüp arkamdakilere bağırıyorum “Aşıkım ben ona, bağırmayın, yeter!?”

 3 - 6 YAŞ BEN

Ne kadar şanslı bir çocukmuşum meğer; kendimi milenyum bebeleriyle karşılaştırınca anladım. Parktaki oyuncaklarımız demirdendi. Kafayı gömdün mü en az 5 dikiş. Yüzünde yara izi olmayan insan benim için hiç çocuk olmamış demektir. Çocuk dediğin hiç değilse bir kere kaşını yaracak. ben bu durumu biraz abartmışım o ayrı. Tam 14 bakıcı değiştirmişim. Bazısı normal yollardan ayrıldıysa da, çoğu bana dayanamamış. Hayır, bakmayın öyle yaramaz değildim ben. Sadece meraklı ve biraz çabuk motive edilebilen(!) biriydim.

Genelde akşamüstleri, tam babamın daireden çıkmasına yakın, yüzüm gözüm kan içinde gelirdim eve. O zamanlamayı nasıl ayarladığıma ben bile hayret ediyorum şimdi. Ne annemin ne babamın işine mani olmadan usulca kafa yarıyordum. Tabii bu, hazırlanmış, kapıda annemleri bekleyen bakıcılarıma pek iyi gelmiyordu. Gidiyorlardı hep.

Ağacın tepesine tırmanmak, inmekten çok daha kolay oluyordu genelde. O yüzden inmek için çabalamaz kendimi yer çekimine bırakırdım. Lojman inşaat makineleriyle doluydu. grayderler, kepçeler, kamyonlar, çekiciler, vinçler. İşin en güzel tarafı da hiç birinin kapısı kilitli olmazdı. Tahmin edin ilk hangi cesur nefer keşfetti bunu? Her seferinde titiz CSI ajanları gibi şoför amcamların uzaklaşmasını bekler, parmak izi bırakmamak için ince çalışırdım. Ama küçüklükten(!) kalma alışkanlığım yüzünden her seferinde de yakalanırdım. Çokomel paketleri!!! İş üstünde yakalayamadılar ama, oh olsun.

Kimse zannetmesin ki benim oyuncaklarım yoktu. Dönemin meşhur sindy bebekleri bende de mevcuttu. Ama hiçbir oyuncak lojmanın arkasındaki tavşan kümesindekiler kadar ilginç gelmiyordu bana. Nedense “Oy oy Eminem” türküsü bana hep o tavşan kümesini hatırlatır. Şimdinin gariban milenyum çocuklarının aksine, ben fotoğraflardan öğrenmedim hayvanları. Hayvanlara işkence etmekten zevk alanlara işkence etmekten zevk alan biri oldum hep. O pis, sümüklü bebeler son model sapanlarıyla kuş avlamaya çalışırken takır takır saydırıyordum kafalarına.

Yeni bir lojman daha eklendi. Araya da bir duvar çekildi. Haliyle bizim oyun alanımız da kısıtlanmış oldu. 1. lojman çocukları olarak 2. lojmanı hiç sevemedik. Tam bir dağdan gelip, bağdakini kovma olayıydı onlarınki. Biz paylaşmaya meyilliydik, onlar sahiplenmeye. Biz grup çalışmasına yatkın, geleceğin kariyer planlamacılarıydık; onlar oyunbozan. Sidik yarışı kavramını öğrenmeden sidik yarışına girdik. O gün ilk kez kanlı değildi üstüm başım. O çocuklar gibi ben de ayakta konserve kutusuna işemeye çalışmıştım sadece. Erkeklerle kızların farkını anlamaya başladım yavaştan. Çözüme ulaşmak için kışı beklemem gerekiyordu.
Her yer omuz boyu – biz bacak kadar çocuklara göre – kar. Yine dellenmiş 2. lojman. Düello istiyorlar. Önce duvardan aşırtarak yapılan komik bir kartopu savaşıydı. Sonra dallamalardan biri kartopunun içine taş koyup Kız Onur’un kafasını yarınca işin rengi değişti. Erkeklerin apış arasına diz atınca, kuyruğu kopartılmak istenmiş kedi gibi, mıyıkladıklarını öğrendim. İşin kötü tarafı o yerde mıyıklayan elemana hiç acımadım.

Biyolojik saat eve çağırılacağımız zamanı bize haber verirdi, biz ortadan toz olurduk. Annem beni ya ıslıkla ya da demir havanı bir çan gibi kullanarak eve çağırırdı. En fazla ikinci uyarıda koşardım eve. Dışarısı eğlenceli ama annem daha eğlenceliydi. Hele de keyfi yerindeyse, oynamaya doyum olmazdı. Beyaz tutkalla oyun hamuru yapardı, gıda boyasıyla da renklendirirdi. Sonra çelik çay tabaklarını çevirmece oynardık. Bardakların içine değişik hacimlerde su koyar, beste yapardık.

Pazar sabahlarının vazgeçilmezi, yatak sirkimiz vardı. Babam aslan, annem kaplan, ben de nedense köpektim. Bakmayın öyle ne anlarım ben zoolojiden?! Çocuklarının hayalini yıkmak istemeyen ebeveynlerim de çaktırmadan katılıyorlardı bu oyuna. Yorganın altında, çadırda yaşayan garip bir aileydik. Ama hep sıcaklardı.

Annemin sesi çok güzeldi. Saz da çalabiliyordu. Mutfak tezgahına oturup bir sürü türkü söylerdi. Babam da tam tersi, hala gittiğimiz düğünlerde falan susturmaya çalışıyoruz. Ama çok güzel şiir okurdu. Çok da şiir bilirdi. Annemi bu şekilde tavladığı rivayet edilir.

Çocukluğumun çok eğlenceli geçtiğini sananlar!!! Beri gelin de anlatayım?

Bir minicik kız çocuğu, mutfakta, buğulanmış balkon kapısına alnını dayamış dışarıyı seyretmeye çalışmakta. Anneyle baba sofrayı toplamakta. O anda iç parçalayan bir hıçkırık yükselir kızın boğazından. “Kaşların arasına… hıck ! ...domdom kurşunu deeeyyymiş… hıck! domdom kurşunu deyyymiiişşş… hıck!!!”. Neden bilmem çok ağlamıştım o akşam bu şarkıyı söylerken.

 YUVA MACERALARI
Artık bakıcı dayandırılamayan bu çocuğun yuvaya verilmesinde karar kılınır. Anneme de yakındır. Hem bilmemkimin kardeşinin yeni açtığı, temiz bir yuvadır orası.

Her gün resmi, siyah bir araçla yuvaya bırakılırım. Şoför amca hâlâ beni gördüğü yerde kolundaki ısırık izini gösterir. Kim lan o beni istemediğim bir şeyi yapmaya zorlayan?! Ve birkaç zamanlık yuva maceram hazır olmadığım gerekçesiyle sona erer.

Bir zaman sonra kuzenim Utku, benim evleneceğim adam – ki sonradan öğrendim hala oğluyla evlenilmez – da yuvaya gideceğinden ikna oldum. Her şey çok güzeldi. Şarkılar, oyunlar, oyuncak evler… derken “öğlen uykusu” dedi bir şuursuz. O ne ki la? Sabah çişi, öğlen yemeği, akşam yemeği… Bunları biliyorum da; öğlen uykusu ne ola ki? Ranzaların bulunduğu, perdelerinde miki fareler olan, loş bir odaya girdik. Bir de sıcak ki… Baktım benim tonton aileli yastığım orda. Koştum zıpladım yatağa. Öğretmenler başladı teker teker üstümüzü örtmeye. Biri de masal mı ne okuyacakmış. La havleee… ilk gün ne kadar sıkıldığımı anlatamam. Benim adam da derin uykuda. Dürt dürt uyanmaz. Oflaya puflaya, tontonlarla konuşa konuşa geçirdim o öğleni.

Ertesi gün de demezler mi “öğlen uykusu” diye. Meğer her gün yapılan bir eylemsizlikmiş. Bu sefer yer miyim? Yemem. Ne kadar lego varsa zulaladım yatağın orasına burasına, yastık kılıfının içine. Benim adama da tembih ettim “sakın uyuma” diye. Öğretmen çıktı ben kâbus görmüş türk filmi kızları misali doksan derece dikildim yatağın içinde. Üçüncü dürtüşte benim adam da açtı boncukları. Hiç o kadar sessiz oyun oynadığımı hatırlamıyorum.

Her gün aynı terane. Lego, yastık, dürt! Lego, yastık, dürt! Yeni şeyler keşfetmem lazım. Gökte ararken yerde buldum bizim ikiz kızları. Karşılıklı ranzalarda kafa kafaya verip uyuyorlar. Saçlarda lepiska maşallah! Usulca arabanın altına yatan tamirciler misali aralarındaki boşluğa girip saçlarını birbirlerine ördüm. Bu babaannemin koltuk saçaklarını örmekten daha eğlenceliydi. Kızlar uyanıp da çığlığı basınca, sonumun geldiğini düşündüm. Ama psikolog olan öğretmenlerden biri benim asıl niyetimi anlamıştı. Sağolasıca beni bir daha uykuya yatırmaya yeltenmedi.

Yalnız, bir gün nasıl bir uyku bastırdı beni. Daha millet oyundan kalkmadan ben yatağımda sızmıştım. Öğretmenlerimin sarsışıyla uyandım. Bir telaş bir telaş hepsinde. Birinin kucağında lavaboların oraya götürüldüm. “Ben uyumak istiyoruuuummm”… Dinleyen kim?! Attı biri parmağını boğazıma, kusturana kadar uğraştılar. Meğer o güzel mavi renkli pastel boya zehirlermiş adamı. Ne bileyim ben?! Renk güzel ya; çatır çatır yedim. Allah’tan biri ispilemiş de hala yaşıyorum. Bu olay midemin ilk kez yıkanmasıyla son buldu. Sonra zaten dahiliye ‘intern’ü ile kanka olduk. Şeker yiyiyorum hoop hastane, oyun hamuru atıyorum bi lokma… hoop yine ordayız.


6 - 11 YAŞ BEN

Bir heyecan bir heyecan bende. Ne o; okula başlayacağım! İçi gün ışığı dolu yavrucukların bari dışları kararsın diye sokmuşlar kara önlüklere, yazıktır deyip bir de beyaz yaka temin etmişler. Hep bir ağızdan kahkaha atarak koşan ayçiçeği çekirdeklerine dönmüşüz.

Birinci sınıfın ilk döneminde memleketimdeyim. Asla adını unutmadığım, unutmayacağım önlüklerimiz kadar karanlık bir öğretmen vardı. Bu dallama anneme “çocuğunuz biraz geç algılıyor, okumayı öğrenemez kolay kolay, isterseniz özel bir sınıfa verin” diyor. Annem şaşkın, zira çocuğu öğretmenini cebinden çıkartacak kadar zeki. Ama annemin bununla uğraşak enerjisi yok, babayla ayrılmaya karar vermiş.

Apar topar annemin memleketine gidiyoruz babamsız. Çekirdeksiz hücre gibi, çekirdeğini kaybetmiş aile gibi. Beni orada teyze kızıyla aynı okula yazdırıyorlar. Ben ödev yapıp bir an önce kendimi sokağa salma sevdasında, kuzen işin dalgasında. Yüzlerce kavga, tek galip!!!

Babam kardeşimle bana sindy bebek yolluyor. Hiç unutmam ördek yeşili parlak bir kıyafeti vardı. Adını da “Sine” koymuştum. Okula gitmek için kardeşimden ayrılırken onu bebeğime, bebeğimi ona emanet ederdim. Garip bir emanetçiymişim.

Okulda herkesten önce sökmüşüm okumayı. Olay benim değil o karanlık öğretmenin salaklığıymış yani.

Memlekete dönüp 3. sınıfımla tanıştım. Bu sefer sınıf atlamıştım ama. Annemle babamın keyfi de yerindeydi. Lojmanın servisiyle gidiyorduk okula. Suluklarımızın plastik kayışlarını birbirine çarptırarak şu an asla dayanamayacağım o sesleri çıkarıyor, “daha doymazsan beni ye, ben kusayım sen ye” diye biten ağız dalaşlarına giriyorduk.

Daha arkadaşlarıma doyamadan lojmandan taşındık. Giriş katta bir evdi ve yine okul değişmişti. Bu sefer felaket gaza gelmiştim. Folklor oynuyordum. Yarışmalara katılıyordum. Belirli gün ve haftalarda şiir okuyup sunuculuk yapıyordum. Kar yağdığı zaman tenefüste “tenefüs prensesi”ni seçiyorduk. Siyah önlüklerimizin eteklerini kaldırıp kar tanelerini toplardık. Yıldız şeklindeki kar tanesi kimin önlüğüne düşerse o “tenefüs prensesi” oluyordu. Bu arada asla es geçemeyeceğim saf zamane erkeklerini tebriği borç bilirim. Hiç biri de eğilip bakmamıştı eteklerimizin altına.

Her veli toplantısından gururla dönen annem bu sefer bambaşka bir yüzle geri dönmüştü. Velilerden şikayet varmış meğer; “sizin kız sınıftaki oğlanları dövüyor”. Dövmez mi insan? Adam olsalardı da bulaşmasalardı.

Yaz tatilinde lojmanda bisiklet sürmeyi öğrendim. Daha doğrusu direksiyona hakim olamayıp kafayı inşaat betonlarına gömünce bisikletimi cezalandırıp kendi kendine gitmesi gerektiğini öğretene kadar uğraştım.

Aynı sınıfta nasıl olduysa 2. senemi geçiriyordum. İyice adapte olmuştum. Basketbol takımına da almışlardı beni. Yenilginin ne demek olduğunu ikinci maçımda anladım. Yedeklerdeydim. Karşı takımın ezici bir üstünlüğü vardı. Ben terimi emsin diye sırtıma koyulan havluyu mendil olarak kullanmış ve gözyaşlarımla sırılsıklam etmiştim. 42 – 4 bitti maç, ağlamaz mı insan?

Bir gün sokağa çıkma yasağı almışım bakıcımdan. Enerjimin olmayışından mütevellit balkondan falan da atlama ihtiyacı duymamışım, pencereden sarkarak mahalle arkadaşlarımla muhabbetteyim. Pozisyon şu:
Pencereyle salon vitrini arasına sığışmışım, annemin vazgeçemediği dizime kadar gelen boyuyla iki adet kaktüs de hemen dibimde. Pencereden sarkmaktan yorulan bünyemin dizlerini dinlendirmeye ihtiyacı doğmuş, ellerim pencere pervazında kendimi arkaya bıraktım. O Western çizgi filmlerinde görüp de ağzım yırtılana kadar güldüğüm ‘kaktüse kıç üstü düşmek” eyleminin hiç de komik olmadığını anladım. İki “işaret parmağı eklemi” uzunluğunda, 0,9 uç kalınlığında dikenleri, minicik popomdan çıkarana kadar bakıcım neler çekti. Artık salona girmem de yasaktı.

Daha uslu bir çocuktum. Her şeyden önce ablaydım ve bu beni olgunlaştırmıştı(!). Kardeşimin elinden tutup okula gidiyordum. Onu ana sınıfına bırakıp kendi sınıfıma yollanıyordum. Ve hep özeniyordum pötikareli önlüğüne...

En yakın arkadaşım Cansel’di o aralar. Cansel, Banu ve şimdi adını hatırlayamadığım bana aşık bir çocuk aynı yoldan gelip giderdik okula. Bir gün okuldan çıktık, yürüyoruz. Evde kimse yok. Sanırım bakıcı izinde, kardeşim hasta olduğundan halamdaydı. “Size gidelim” diye tutturdu çocuk. Cansel’le Banu da ona katıldı. Dedim ya kolay motive edilebilen bir çocuk oldum hep. “Korkaksın sen!” dediler. Cesaretimi ispatlayıp eve erkek attım. Evde henüz mekanizmasını çözemediğim eski bir fotoğraf makinesi var. Cansel zört diye elemanla benim fotoğrafımızı çekti. Çocuğun kolu omzumda!!! Makinede film denen o şeyin olmadığını öğrenene kadar geceler zindan olmuştu bana.

Artık son sınıftaydım. Bir dahaki seneye ben de onlar gibi önlüğümün altına ince siyah çorap giyebilecektim. Ortaokula az kalmıştı… Tahmin edin ne oldu?! Okul değiştirdim.

İlk gün bir iltifat, bir iltifat… “Gel benim yanıma otur”, “olmaz o benim yanıma oturacak”… Sonra çözemediğim bir sebepten İtilmiş’e döndüm. Şu anda ne kadar küfür biliyorsam sınıfın en zengin, en sükseli ama en çirkin hatunundan öğrendim. Taramalı tüfek gibi soluk almadan küfrederdi denyo.

Yeni yasa çıktı. İlkokullar artık karalar bağlamayacak, mavi giyecek diye. Zaten son seneydi, bizimkiler. Sınıf fotoğrafında parmakla gösterilen siyah önlüklülerdendim.





_______________________________________________________
*Ci cii : Civciv
** Köpük: Köpek